Benim Ferhangi Şeylerim: ‘Tanışma’
1997’den tezimin önsözünden bir özetle başlayalım…
“Yüzyılların kavşağında Pera’da Ses Tiyatrosu’nda çağdaş bir Kavuklu Ferhan Şensoy… Ortaoyuncular Tiyatrosunu kurmuş mecburen patron, bir avangart oyun yazarı, gelenekselci bir oyuncu, usta… Şimdilerde seyircisi giderek azalan tiyatroların en parlak günlerinde anımsanması gereken kişilerin hepsine temas etmiş… Ustalarını yeniden Tiyatroya çekmiş. Çalışsın çalışmasın 12 ay maaş ödemiş. Gençlere yol göstermiş, yol vermiş, elvermiş… Orta kuşağın idolü, abisi, ustası… Rakibi düşmanı olmuş bir asi, sonunda da yeni kuşaklara örnek olmuş bir Galatasaraylı. Beyoğlu beyefendisi; kuliste zarif, hak edene küfürlü, adil, yaratıcı, zehir gibi bir dil ve zeka ile bir tiyatro adamı…
Gençlerle arasındaki diyaloğu güçlendirmemiz, ilişkilerini sıkı fıkı yapmamız zorunlu! Herkesin ‘bir yolla kısa sürede, kısa süre için’ ünlü olduğu bir coğrafyada; yaşam oyunundan kenara atıldığını hissettiği anlarda hatırlaması gereken bir başarı öyküsü…”
Böyle yazmışım 1997 yılında hakkında Ferhan Şensoy’un. Ne garip, dünya değişiyor sanıyoruz oysa az gidiyoruz uz gidiyoruz bir arpa boyunu aşmıyor insanlık yolundaki adımlarımız…
Teknolojik gelişmeler, Instagram, Facebook, Whatsapp bizi ara ara kulağımızdan tutup; “Kapatırım haaa… Teknolojiye ne çok ihtiyaç duyduğunuzu unutmayın” diye azarlayıp duruyor. Biz bağımlılar da korkudan ölüyoruz. Biz de teknolojiden yaralanıp zamanda yolculuk yapalım o zaman, doksanların sonuna gidelim.
İzmir’de yüksek lisansa kabul edildim. Profesörüm, hocam Özdemir Nutku soruyor: “Evet Elif bir tez konusu saptadın mi?”
“Evet” diyorum heyecanla. Ferhan Sensoy ve Ortaoyuncular hakkında bir araştırma yapmak istiyorum” diyorum biraz çekingen… Hocam o sıra pipo içiyor. Tatlı kokusu beni biraz rahatlatıyor, ‘otur’ demeden, izin vermeden oturamıyorum… Her zamanki çocuk gözlerini kısıp; “Niçin ayaktasın otur” diyor. “Çok önemli bir adamla monografi çalışmak istiyorsun” diyerek kütüphanesine uzanıyor…
Geleneksel Türk tiyatrosu ile ilgili kitapları bir bir indirip masaya koyarken, “Bana göre Ferhan Çağdaş bir kavukludur… Saygın bir adamdır. Yenilikçidir. Gençlere tiyatrosunu açmış zeki bir tiyatrocu, bir entelektüeldir. Ustalarına müthiş saygılı, seçici, biraz da ikna edilmesi zor bir adamdır” diyor. O konuştukça heyecanım artıyor. “Ben de cesurum” diyorum içimden, “Ben ikna ederim” diyorum. “Entelektüellik zaman alır ama olsun daha hızlı çalışırım” diyorum. Daha çok okurum bir yol bulurum iste… 22 yaşındayım o sıra… Hocama “Haklısınız” diyorum “Elimden geleni yaparım. Benim için konuşur musunuz? Randevu alır mısınız bir görüşsem” demek aklımın ucundan bile geçmiyor. Koltuğumun altında kitaplar, uçarak çıkıyorum.
8 Mart 1997… Bir Kadınlar günü toplantısına davetli olduğunu görüyorum gazetede… İzmir Karşıyaka Belediyesi’nde… Hemen gidip yerimi alıyorum koltukta. Konuşma uzadıkça uzuyor, bir coşku seli var. Kadınlar, erkekler tıklım tıklım dolu salon. Neden sonra kalabalıkları yarıp; “Ferhan Bey, ben… yüksek lisans… tez…” gibi gevelerken. Bana üstüne telefonunu yazdığı kartı uzatıp, “İstanbul’a tiyatroya gel ama çalışmadan gelme” diyor biraz gülerek ama insana ‘tehdit altında’ duygusu veren de bir enerjiyle. Altı ay araştırıyorum çalışıyorum ve İstanbul’a Ataköy’e Ninem Neriman dedem Nejat Çoldur’ların evine gidiyorum.
Umutsuzum… Arıyorum hemen açıyor telefonu! Bende yine bir lafın sonunu getirememe hali. ‘Hemen gel’ diyor tiyatroya… “Yarım saatin var. Mert (Baykal) mezun oluyor liseden, geç kalma törene yetişmem lazım…”
‘Peki’ diyorum ama Ataköy’den Ses Tiyatrosu’na yarım saatte yetişmem imkansız. Kendi kendime ‘niye söylemedim ki ile ya bir daha gel’ demezse arasında gidip gelen düşüncelerle bir taksi çeviriyorum. Eğilip taksi şoförüne; ‘Usta şoför musunuz?’ diyorum, ‘bişiy sorucam…’ Adam şaşkın ‘evet’ diyor. Hah tamam, Ferhan Şensoy’la buluşmam lazım yarım saattim var” derken ‘atla’ diyor taksici. O sıra taksi şoförleri de başka turlu… 1980’lerde çıkan aftan yaralanmış, çıkmış siyasiler… Okuyan, yazan, eli kalem tutan adamlardan bolca var taksici abilerin arasında…
Atlıyorum taksiye. Tiyatrodan, oyunlardan konuşuyoruz ve Ferhan Sensoy’dan konuşuyoruz. ‘Şahları da vururlar’dan, nöbetçi tiyatrodan haberi var… Hisar Üstleri’nden uçuruyor beni… Arkadan giriyorum Ses Pasajı’na, gümbür gümbür kalbim… Taksiciden öğrendiklerimi de notlarıma ekliyorum zihnimde. Tiyatronun karşısındaki kafede ayakta gülüşüyorlar barmenle, tam çıkmak için dönüyor bardaki çocuğa son sözlerini söyleyip dışarıya adımını atarken “Geldim” diyorum yüksek sesle, “Yetiştim daha 2 dakikam varrrr…” diye sesleniyorum bağırıyorum ama farkında değilim. “Tamam” diyor, “Dur sakin ol. Ne içersin? Bir nefes al…” Kıpkırmızı kan ter içinde ben; “Sizin içtiğinizden” diyorum boş bardağı göstererek. “Ben sek votka içtim” diyor. “Ben de sek votka içerim” diyorum, gayet cesur! Bi duruyor, gülümsüyor, bardaki çocuğa; “Bize iki sek votka” diyor ve masayı gösteriyor, “Otur bakalım…”
İlk cümlelerim; “Dersime çalıştım, sorularım hazır” oluyor nefes bile almıyorum. ‘En azından biraz zamanım var. Votkayı içinceye kadar tez planımı anlatırım’ diyorum. O rahat, sakin. Aradan dört saat geçiyor. Anlatıyor gülüyor heyecanlanıyor. En çok Haldun Taner diyor. Ustasıymış… Elimdeki kayıt cihazını açmayı unutmuşum kesemiyorum, ne salağım! Bir ara “Seninle konuşmayı çalışmayı niye kabul ettim biliyor musun” diyor. Jerome Savary ile tanışmasını anlatmaya başlıyor, nemli gözler ve özlemle… Ne kadar duygulu diyorum, içimden şaşkınım. Gülümsemesine geri dönüyor, ‘duyguları ne kadar hızla değişiyor diye düşünüyorum’ O devam ediyor konuşmasına:
“Bana ne içersin diye sordu Savary, ‘Sizin içtiğinizden’ dedim ben de ona… ‘Sek votka içiyorum’ dedi… ‘Ben de; ben hep sek votka içerim’ dedim ve oturdum karşısına tıpkı senin gibi” dedi ve kahkahayı bastı. “Bu da benim gibi” dedi uzun suredir bizi, dostluğumuzu izleyen, kulak kabartıp merakla dinleyen bardaki çocuğa ‘dinlediğinin farkındayım’ tonuyla tatlı…
O sıra telefonu çaldı. Artık beşinci saate doğru ulaşırken sohbetimiz, Derya Hanim aradı. Hafif sitemkar olduğunu, “Hadi gelmiyor musun?” dediğini anlıyorum telaşlı kalkışından Ferhan abinin… “Yarın yine gel” dedi. Sonra baba tavrıyla, son derece korumacı, “Nerde kalıyorsun İstanbul’da?” diye de ekledi. “Çoldurlar’da” dedim. “Nejat Çoldurlar’da mi?” diye şaşkınlıkla devam etti: “Bi dakika bi dakika sen kimlerdensin?” diye soruları arka arkaya yağmaya başlayınca bu kez ben gülümsedim babamın, amcamın, dayılarımın Ünye’deki çocukluk anılarına… “Anlatırım başka bir gün onları da…” Genç bir kadın tonu ve edasıyla fütursuz cesur… Şimdi kendime uzaktan bakınca çokkk gülüyorum. Biraz da burnu havada bir tavırla:
“Benimle dört saati aşkın süre konuşmaya sizi ikna ettim. Bana yarım saat vermiştiniz. Şimdi artık yüksek lisans tez konumsunuz! Beni akrabalarınızdan biri olarak değil, Elif İskender olarak kabul ettiniz. Lütfen bu şansımı elimden almayın” dedim. Kendimi nasıl ciddiye alıyorum karşısında tahmin edin. O bana yine gülüyor ama hassasiyetimi anladığına dair bir baş işareti yaparak hırçınlığımı yumuşatıyor bir yandan… “Peki” dedi nazikçe… Gereksiz ciddiyetimi acayip komik bulduğunu öyle iyi anlıyorum ki şimdi. Bu adamın ‘suratı asık, biraz gergin, Sultan’a bile canı istemezse selam vermeyen biri olduğunu söyleyenler halt etmiş’ diyorum o sıra kendi kendime… ‘Oysa ne kadar duygulu, derin neşeli biri’ diye düşündüğümü hatırlıyorum Ses Pasajı’nda içimde başarmanın dayanılmaz hafifliği seke seke yürürken aklım bir karış havada; sevdiklerini hiç kaybetmeyecekmiş gibi yasarken hayatı… Bilmiyordum ki Beyoğlu’nda bir Don Kişot’la tanıştığımı…
Dr. Elif İskender